Lise 1.Okul kendimi iyi hissettiğim nadide yerlerden, daha doğrusu kendimi daha az kötü hissettiğim. Öğrenmeyi seviyorum. Bilgiyi seviyorum. Bu konuda kendimi aç hissediyorum. Doymak mümkün mü bilmiyorum. Ama okul ve başka yerlerde kendimi eksik yalnız hissediyorum.
Okulda her bir dersin içeriği belli dolayısı ile sorulacak sorular belli, o da öğretmen izin verirse. Kafamdakileri kimseye soramıyorum. Sonra hiçbir şey üzerinde fikir beyan etme hakkı yok. ‘Ne düşünüyorsunuz?’ diye sorulmaz ‘Ne öğrendik bakalım?’ sorusu var. ‘‘Belli bir içeriği olmayan bir ders olmalı insanların başka soruları için.’’diyorum, deli olduğumu düşünüyorlar.
Müzik dersinde flüt çalmayı reddediyorum. Hoca sorun çıkarmıyor; şaşırıyorum. Başka derste isim listesine bakıp bana Safahat’ın düştüğünü söyleyen çok sevdiğim öğretmene kitabı okumayacağımı söylüyorum. Kızıyor. Okumak zorunda olduğumu söylüyor. Ben kitap okumayı sevdiğimi ama kitabı kendim seçmek istediğimi söylüyorum; arkadaşlar tuhaf buluyor. Hoca da beni garip buluyor ama ‘sevimli bir garip’ buluyor bir süre için.
Kravat takmaya zorlanıyorum. Sabahları sırada durmaya. İnanmadığım dini öğrenmeye zorlanıyorum. Beni anlatmayan bir tarihi öğrenmeye zorlanıyorum. Öğretmen içeri girdiğinde ayağa kalkmaya zorlanıyorum. Canı istediğinde benim mahrem konularıma girme hakkını kendinde gören öğretmenlere ‘Siz’ diye hitap etmek zorunda bırakılıyorum. İşin kötüsü bunları yaptıranlar kötü insanlar değil. Hatta seviyorum çoğunu bunların.
Tüm bunları tuhaf buluyorum. Benim bunları tuhaf bulmam insanlar tarafından tuhaf bulunmama neden oluyor.
Annemle konuşabilecekler çok kısıtlı, kullanacağımız kelimeler bile çok az. Pek konuşmuyorum, daha çok izliyorum. Diğer aile üyeleri ile de. Ablalarım enerjilerinin sınırlarını aşarak ilgilenmeye çalışıyor benimle. Biri sevgi dolu, taşıyor sevgisi bana, sanırım o bana karşılıksız sevmeyi öğretiyor. Diğeri bilgiyi çok önemsiyor. Birlikte kitap okuyoruz zaman zaman. Seçtiği kitapları beğenmiyorum genelde ama güzel vakit geçiriyoruz. O bana kendi istediğim kitapları okumayı öğretiyor farkında olmadan. Ama kafamdakileri onlara da soramıyorum.
Benim için sözler karşıdaki mesajı alınca önemli olur çünkü hedefine varmıştır. Aksi halde boşunadır tüm enerji. Bu nedenle babamla konuşmayı hiç denemiyorum. Onunla ilgili her şey sessiz gerçekleşiyor kafamda. Onunla konuşmak kara deliğe taş atmak gibidir; taş kaybolur.
Arkadaşlarım farklı farklı ama hiç birinin farkı konuşmak istediklerime ortak olmak olmuyor. Konularımız belli ve az: aşk, ders, ekonomik durum, gazete, film vs… Bunlar değil konuşmak istediklerim. Arkadaşlarımı seviyorum ama onlarla uzun vakitler geçirmeyi sevmiyorum. Fazlası sıkıyor. Çok fazla benzerlik ve tekrar…
Kendimden yaşça büyüklerle daha tatlı oluyor konuşmak ama onların da çok fazla sınırı var;onların ‘çünkü’sü de kaynak belirtmeyen çünkülerden.
Lise 2. Kendimden büyüklerle daha çok eğlendiğimi fark ediyorum. Ve zorunlu olmayan arkadaşlıklar üzerinde yoğunlaşıyorum. Aynı ortamdayız diye değil ben seçtim diye olan arkadaşlıkları seviyorum. Daha az bağımlı hissediyorum bu durumda, rahatlıyorum biraz. Üniversiteliler biraz daha ilginç. Onlarla vakit geçiriyorum bolca.
Okuldaki bir hocama(beni ‘sevimli manyak’ bulmaktan vazgeçmiş omalı ki disipline atıyor.) göre ‘erken açan bir gonca’yım. Bildiklerimin hiçbir zararı yok ama zamanı yanlış. Büyüklere ait fikirlerden uzak durmak en iyisi… Bunlar beni disipline verme nedenini açıklama esnasında dökülüyor. Disiplin kurulunda söylenen ‘Öğretmen hakaret etmez, vurduğu yerde gül biter. Baban annen sana hiç mi salak demedi? Bunlar hakaret değil’ yorumlarından daha çok üzüyor beni çünkü kafası çalışan ve sevdiğim birinden geliyor. Bu bana zekânın doğru bilgiye erişmek için yeterli olmadığını öğretiyor.
Disiplin cezamın kaldırıldığını kimseye söylememi istemiyor kurul. Bu öğretmen otoritesine zarar verirmiş. Bunu yapmayacağımı söylüyorum; suçsuz bulundu isem bunu söyleyebilmeyim. Cezamın ancak bu şartta kaldırılacağını söylüyorlar. Sansür ile tanışıyorum. İnsanların olanları konuşma hakkının elinden alabileceğini görüyorum şaşkınlıkla. (Muhtemelen disiplin kurulu benden daha çok şaşkın, dersleri iyi olan öğrencilerden benimki gibi davranışlar beklemiyorlar.)
Daha öncesinde sansür ile karşılaşmış fakat tanışmamışım, onu fark ediyorum. Polis denetiminin olduğu yerlerde; arabalarda Kürtçe kasetler çıkardı, şimdi hatırladım. Ben sadece izliyorum, soramıyorum ‘Neden?’ diye. Çünkü çok fazla var bu kelimeden bende ve insanlar bu kelimeden hoşlanmıyor, öğrenmişim. Zaten yanıtları olsa da tatmin edici olmaz. Tıpkı Frank McCourt’un hayatını anlattığı roman ‘Angela’nın Külleri’nde olduğu gibi:
Çocuk ilk kez gördüğü ineği görür ve sorar
Ç: Bu nedir Baba?
B: İnek.
Ç:İnek nedir?
B: İnek inektir, diye bağırıp kızar.Çocuk susar merak içinde.
En çok sınav dönemlerini seviyorum o dönem. Çünkü o dönemlerde rahatsız edilmiyorum. Evde düşünüyorum kafamdaki soruları. Ailem ya da arkadaşlarım ders çalıştığımı düşündüğü için beni rahatsız etmiyor ya da ‘tuhaf’ bulmuyor.
Bir üniversiteli diğerine bir öğretmen edası ile soruyor.
A: Peki nasıl buldun kitabı?
B: Harika!
A: Ne düşünüyorsun? (Kitabı kendisi vermiş diğerine, okusun diye.)
B: Böyle bir dünyada yaşamayı çok isterdim. Muhteşem. Herkes mutlu.
A: Ama farkında değiller. Epsilon olurduk biz orda? Sömürüldüğünün farkında olmadan mutlu olmak ister miydin?
B: Evet! Önemli olan mutluluk… Ne önemi var? Farkında olmayacağım ki. Mutlu olacağım. Oysa şimdi çok mutsuzum.
A diğerini yanlış düşündüğüne ikna etmeye çalışıyor bir süre, sonra vazgeçiyor. Belki de ‘bilgiye sahip olma’ ve ‘öğretmen olma’nın aynı şekilde öğretici olmayı etkilemediğini öğreniyor. O zamanlar aklımın köşesinden geçmiyor bu.
A: Ben farkında olmak isterim. En önemlisi bu!
Bana dönüyor, yüzünde haklı bulduğum bir yalnızlık ve şaşkınlık. Bana anlatıyor biraz kitabı ve aynı soruyu soruyor.
‘Ben farkında olmak anlamak isterim.’ Çok merak ediyorum kitabı. Okumak için sabırsızlanıyorum. Kitabı ödünç alıyorum.
Kitapta okuduklarım ve yaşadığım dünyada gözlediklerim çok paralel görünüyor.
Kitap okumayı seviyorum. Bolca kitap okuyorum. Bu kitabı diğerlerinden ayıran bir şey var, hissediyorum ama nedir bilmiyorum. Bununla birlikte ‘kitap ve öğretme’ konusunu yeniden ele alıyorum. Diğer kitaplar bildiğim şeyleri fark etmemi sağlamış oysa bu bilmediğim bir şeyleri bilmemi sağlıyor, bunu görüyorum. Diğer kitaplar bahçede gördüğün çiçekleri hatırlatıyormuş da bu bahçenin dışından görülebilen yakınımda bulunan fakat görüş açımda olmayan bir çiçeği gösteriyor gibi.
Kitabında komünizmi anlatıyormuş, aklımın köşesinden geçmiyor. Ben var olan sitemi eleştiriyor sanıyorum. O zamanlar kapitalizm adını bilmediğim ama tanıdığım biri gibi benim için. Ve kitapta geçenlerin tümü onu anlatıyormuş gibi.
Anne ve baba kelimelerinin ayıp olması, Biyoloji derslerinde öğrencilerin cinsellik ile ilgili konuları anlatmaya sıra geldiğinde utanmasını hatırlatıyor. O zamanlar yanlış şeylere ayıp dendiğini düşünüyorum ilerde ayıp kelimesini uydurma, mantığı olmayan, saçma bir kavram olduğunu düşünüyor olacağım. Bir şeylere set koymak için kullanacak duygu yaratan kavram; ayıp. Tıpkı ‘öcü’ kelimesi gibi. Birbiri yanına yakıştırdığım ve gereksiz bulduğum iki kelime.
Kalabalık bir aileden geliyorum, her birini fazlası ile seviyorum ama nüfus artış hızının kontrol edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Nüfus kontrolü beni rahatsız etmiyor. İnsanların fabrikada üretilmesi de beni dehşete düşürmüyor bu kitabı okuyan diğer arkadaşlarımın tersine. Teknoloji gelişiyor.
Arkadaşlarımı en çok rahatsız eden şey ‘herkesin herkese ait olması’fikri. Buna şiddetle karşı çıkıyorlar. Her ikisine de karşı değilim; tek eşlilik ya da çok eşlilik. Kim nasıl ilişki isterse beni rahatsız etmez diye düşünüyorum, bu onların bileceği iş yeter ki zorlama olmasın. Onların sevgililerinin olması ve benimkinin olmaması bunda etkili mi acaba diye düşünmekten alamıyorum kendimi. Çünkü öğrenmemişim o sahiplenme durumunu. Ama çocukların zorlandığı seks oyunları kısmını okuyunca dehşete kapılıyorum. İşin içine çocuklar girince en hassas yanım devreye giriyor.
Bana göre yaşamın en kırılgan noktası birilerine zarar vermek ve ya da bilincinde olmadığı bir şeyi yaptırmak. Kitapta çocuklara bunların yapılması beni kızdırıyor. Kişilere uyurken(bilinçli olmadıkları vakit) bilgiler yüklemek insanları insan olmaktan çıkarıyor. Çok sonraları fark edeceğim ki benimde benzer şekilde öğrendiğim kendimin sandığım fikirler azımsanmayacak kadar çok.
Çocukların çiçeklere yaklaştığında korkutulmaları beni çok etkiliyor. Şafi bir aile, çocuklarının dinlerinde haram gördüğü köpeğe ellemesini istemezler. Bu nedenle korkutulmuştum ve bunu bilmeme rağmen dahası köpekleri sevmeme rağmen hala köpeklerden çok korkarım.
Uykuda öğrenme, eğitim gibi şeyler gerçek dünyada da yerini bulmuş. Televizyonlarla büyüyen bir topluluk var kitabın dışında. Pek farklı değil bu iki dünya. Dehşet verici olan başkalarının bizim düşüncelerimiz, duygularımız üzerinde ne kadar çok etkili olduğu fikri oluyor benim için ki ilerde sıkça gerçekliğini göreceğim.
Müslüman ya da Hıristiyan ülkelerin olması kadar gerçekti yazılanlar. Şayet öğrenme, bireyin kendisi ile çok ilgili olsa idi bu mümkün olmazdı. Dinler bu şekilde bir dağılım göstermezdi, daha homojen olurdu belki, diye düşünüyorum.
Dinin değişmesi vardı. Ford adındaki bir insana tapma. Bunun çokça örneğini görüyorum gerçek dünyada, beni şaşırtmıyor. Fakat biliyorum ki bu örnekleri vermek dahi insanların (evet sizin de dahil) sinirini bozacak, ve bana kızma hakkını kendinizde görmenize neden olacak. Bu hayatta beni en çok şaşkına çeviren şey o yıllarda( ve hala öyle); insanların kafasındaki bir şeyleri söyleyememesi.
Kızılderililerin farklı bir hayat sürmesi bana çok doğal görünüyor. Kızılderililere ilişkin o zamanlar da tarih dersinde duyduğum şeylerle paralel. Öğretmenin söylediğine göre Kızılderililer kafalarına silah doğrultulmasına karşın köle olmayı kabul etmemişler. Çünkü başka bir insana ait olmayı tasavvur edemiyorlarmış. Günümüzde gerçekten de Kızılderililer egzotik görünmekten başka bir şey ifade etmeyen gibi görünüyorlardı(Kendi görüşüm değil, izlenimim). Bu durumda kitap çok gerçekçi görünüyor gözüme.
Mutluluk hapı dikkatimi çok çekiyor. Uyuşturucu gerçekten çok tüketiliyor gazetelere göre. Bir de doktorların verdiği antidepresanlar(daha sonraları bunlara ‘yasal uyuştucu’ ve ‘kapitalist çözüm’ adlarını vereceğim) var. Ve bunlar yasal, tıpkı Cesur Yeni Dünya’da olduğu gibi. Bu ilaçları ‘mutluluk hapı’ olarak düşünmeye başlıyorum. O zamanlar psikolog olmak isteyen biriyim, ilaç kullanmadan terapi ile insanları iyileştirmeyi hayal ediyorum bir yandan. Oysa o kitaptan bireyleri tedavi etmek yerine onları bu duruma getiren şeyleri değiştirmeyi öğrenmeliydim.
Oradaki kimliklerin alfa, beta şeklinde olması hoşuma gidiyor. Çünkü kimlikler bana çok anlamsız geliyor. ‘Sen çizginin dışında doğdun, sen içinde.’ demek gibi bir şey. İnsanların birbirinden farklı değerde olmasından hoşlanmıyorum ne kendi dünyamda ne de Cesur Yeni Dünya’da. Ama ikisinde de öyle. İkisinde de insanlar kendi grubunu nedensiz seviyor ve dışındakileri sevmiyor. Saçma! İkisinde de çocukken öğretiliyor; ‘Alfa olduğum için memnunum. Epsilonlar çirkin’(bunu gibi bir şey)‘Ne mutlu Türk’üm diyene!’Aynı şekilde tüketim ve tüm diğer alışkanlıklar da böyle öğretilebiliyor. Cesur Yeni Dünya’da dinledikleri ses bantlarında yama yapmanın çok kötü olduğu ve bir şeyin yenisini almanın ne kadar iyi olduğu söyleniyordu. Biz ise Televizyonlarla büyüyoruz. ‘Eskisini atın’ sözü ablamın durmadan benim kıyafetlerime karışmasını hatırlatıyor. Eski bir gömleğim var, onu çok seviyorum. Temiz olduğu her an giyiyorum. Cebi bahçe çitinden atlarken yırtılmış fakat hiç rahatsız olmuyorum.(Yıllar sonra annem tarafından gizlice atılacak o gömlek.).Ve ablam benim için çok üzülüyor, zarif görünmediğim için… Beni hanım gibi giyinmeye teşvik etmeye çalışıyor. Örneğin giysi almaya gittiğimizde onunda onaylaması gerekiyor.
Ses bantları dinletilen bebek miyim yoksa çiçek sevdiğinde cezalandırılan çocuk muyum, karar veremiyorum. Ama çok fazla kendimi buluyorum kitapta. Bunları yakın arkadaşlarımla konuşmuyorum, çünkü ortaokulda cevabımı almışım. Ortaokulda ‘Sofi’ninDünyası’’nı okuduktan sonra bu hataya girişmiş ve yakın arkadaşlarımdan ‘Sen ne saçmalıyorsun, ne tuhaf konuşuyorsun’ yarı kızgın daha çok endişeli sözlerini henüz unutmuş değilim(aslında hep kalacak kafamın köşesinde). Sonrasında ise bana kızdığı zamanlar ‘filozof’ diye bağırıp küfrettiğini sanan arkadaşım ile birçok küfrün aslında zararsız ya da anlamı olmayan kelimelerden oluştuğunu görecektim. Bu hatıra on yıl sonra karşılaştığımız bir zaman yüzümüzü güldürmekten ileri gitmeyecekti o kişi için. Oysa ben yine anlaşılmamalar içerisinde öylece duracaktım. ‘Filozof’un kötü bir şey olmadığını anlatamadığım gibi dindar olmamanın, milliyetçi olmamanın, bu sistemin değişmesine inanmanın, büyükleri eleştirmenin, bana çocuk muamelesi yapan yetkililere kızmanın, başbakanların senden benden farklı değerde olmadığını söylemenin vs… kötü olmadığını aksine iyi olabileceğini anlatamayacaktım ne dostlarıma ne başkalarına.
Cesur Yeni Dünya yaşadığım toplumda yerimi anlamamı sağlayan kitap diyebilirim, daha doğrusu yerlerimi. Bandı dinleyen bebeğim, fakat dinlemek zorunda bırakıldığını bilen yine de buna mani olamayan. Çiçeği sevdiğinde cezalandırılan, fakat çiçeği sevmenin kötü olmadığını düşünen; yalancı olmaya bırakılan(çiçeği sevmiyormuş gibi yapmak) fakat yalanı sevmeyen biriyim. Epsilon grubundayım. Etrafım kadere- kısmete inanan sömürülenlerle dolu. Adalet için ölmeyi bekleyen insanlar var etrafımda (cennet-cehennem).
‘Acı erdemdir’ diyen söylemlerle; acı olmazsa mutluluğun değeri bilinemezcilerle dolu etrafım. Acının erdem olmadığını anlatmayı deneyip deneyip yorulan biriyim. Söylediklerim değer görmez çünkü değerli etiketleri(profesörlük ya da yaş gibi) olmayan biriyim. Kendi dünyamda acının erdem olmadığını gördüm, Cesur Yeni Dünyada ise mutluluğun erdem olmadığını.
İnsanlık için en doğrusu ne mutlu olmak ne de acı çekmek üzerinden değerlendirilebilir. Acı çekmek kimilerinin dediğine göre insanları olgunlaştırıyor değildir. Acılar büyük öfkelere neden oluyor daha çok, büyük çatışmalara. Mutluluk ise başkalarının acısına neden olabiliyor dünyamızda, Cesur Yeni Dünya’da ise hakların sömürülmesine. Saddam mutlu olmamış mıydı Halepçe’deki zaferine? Hiroşima’da olanlar mutlu etmemiş miydi sebep olanları? Tüm savaşlar mutlu etti birilerini ve acı çektirdi birilerine. Bu durumda bu ikisi araç ya da amaç olmamalı doğru yolda. Bu nedenle kurulması(evet yeni bir dünya kurulmalıdır diyorum) gereken dünyada ‘adalet’ ve ‘huzur’ temel alınmalı diye düşünüyorum.
Kitap her ne kadar yazarın önsözde belirttiğine göre umutsuzluğa neden olsa da bir yandan da‘yeni bir dünya mümkün’ fikrini gösteriyor okuyuculara ki bu insanların aklının köşesinden bile geçmiyor. Bu yeni dünya adalet dolu bir yer de olabilir. O nedenle bu eserin dünyadaki sorunların çözümünde önemli bir yere sahip olabileceğini düşünüyorum. Bu kitabın okutulması dahi insanlarda çok şey değiştirecektir.
Yeni bir dünyanın kurulabileceğine inanıyorum. Yüzyıllardır insanlar görmedikleri, muhtemelen hiç görmeyecekleri, cennet-cehenneme inandılar. Neden yeni, huzurlu, adaletli bir dünyaya inanmasınlar ve bunun için çalışmasınlar? İş bunun nasıl anlatılacağına kalıyor. Yazar kendi yazısını eleştiriyor böyle bir umut bırakmamış olduğunu düşünerek. Okuyuculara, izleyicilere böyle dünyalar sunulabilir diye düşünüyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder